Friday, 13 June 2014

STOCKHOLM SENDROMU


Stockholm sendromu, rehinenin kendisini rehin alan kişiyle olası diyalog sürecinde oluşan, duygusal anlamda sempati ve empati oluşması olarak özetlenebilecek psikolojik durumu anlatan literatür terimdir.
Psikiyatr Nils Bejerot tarafından adlandırılan sendrom, ismini 1973 yılında İsveç'in başkenti Stockholm'de yaşanan bir olaydan almaktadır. Banka soyguncusu tarafından altı gün boyunca rehin tutulan bir kadın, soyguncuya duygusal olarak bağlanır. Serbest kaldığında soyguncuyu savunmakla kalmaz, nişanlısını terk ederek kendisini rehin alan banka soyguncusunun hapisten çıkmasını bekler.
Stockholm sendromu birçok rehine olayında yaşanmıştır.
Kaynak: Vikipedi

Hayatımız bir “Stockholm Sendromu” olarak geçiyor olabilir mi? Katilimize!?! aşık olarak bir ömrü sürdürüyor olabilir miyiz? Katil dediğime bakmayın, fiilen ölmemiz gerekmiyor, ruhumuzun katiline aşık olabilir miyiz gerçekten?
O bizim çok güvendiğimiz; daima gözünün gördüğüne, kulağının duyduğuna, elinin dokunduğuna inanmaya meyleden “sınırlı” zihnimizle/algımızla, yarattığımız kafesten çıkmamak adına, yani konfor alanımızı terketmemek adına, dünyamızı ufak çaplı bir Stockholm’e çevirmiş miyizdir?
Hem de kaç kere..
İşini sevmiyorsun mesela.. Ağlayarak gidiyorsun işe. Her Pazartesin, Cumanın hayalinde.. Bir bakıyorsun 10 yıl geçirmişsin o işte. İstediğin terfi gelmemiş, belki hakkın yenmiş defalarca.. Her gün işe ağlayarak gittiğin yetmiyormuş gibi, bir de buna ağlamaya başlıyorsun: terfim de terfim, aman yetişin hakkımı yediler! İşte aşık oldun katiline! O kadar uzun süre geçiriyorsun ki o işte, sevmeden yapsan da terfi almayı isteyecek kadar sahipleniyorsun işi. Çünkü başka bir şey görmedin, bildiğin tek şey o. Hatta senin için yeryüzündeki tek iş o. Belki içinde harikulade bir yazar gizli? Mesai saatleri dışında da vaktini “hakkımı yediler” diye ağlamakla geçirdiğin için, haklısın deneyecek zamanın olmadı hiç! İçindeki Orhan Pamuk’tan habersiz tüketiyorsun ömrünü.
Sonsuz olasılıkların olduğu bu evreni geçtim hadi-evren hakkında gözünün gördüğü, elinin dokunduğu sınırlı-sadece yaşadığın dünyaya bir baksan ne kadar farklı seçeneğin olduğunu görebilirsin aslında. Tabi gözünü katilinden alabilirsen..
Çünkü ancak gözünü katilinden alıp kendinle yüzleştiğinde, idrak edebilirsin; “Bir kişi yapabiliyorsa herkes yapabilir.” Hepimiz aynı yerden, aynı donanımla geliyoruz. Ne üstünüz, ne aşağıdayız birbirimizden.
Belki içindeki Orhan Pamuk değil de Bill Gates’tir, belki Picasso’dur, belki Fazıl Say’dır, belki de hiçbiridir. Belki de sadece Sen’sindir. İçindeki ihtişamı bu zamana kadar ortaya çıkaramadın diye bundan sonra da katilinle yatmaya devam mı edeceksin?
Mesele, kafanı başka yere çevirebilmekte. Farklı seçenekler hatta sonsuz çoklukta olasılıklar olduğunu görebilmekte. Hayat seni hiç bir şeyle ya da hiç kimseyle bir kafese kapatmıyor. Çünkü hayat diye bir şey yok. Hayat sensin. Hayat dediğin şey senin ruh-beden-zihin üçgenin. Senden ayrı bir hayat yok orda öyle nehir misali akan.. Ve evet Bingo: Kafes senin eserin, Katil de senin seçimin!
Ne katiller yaratıyoruz kısacık ömrümüzde! Sevmediğimiz işler, yaşama sevincimizi öldüren ilişkiler, artık aşık olmadığımız ama Stockholm’de yaşadığımız için bırakamadığımız erkekler/kadınlar, yaşamaktan keyif almadığımız şehirler..
Dünyadaki tek iş o değil, dünyadaki tek arkadaş o değil, dünyadaki tek erkek/tek kadın o değil, dünyadaki tek yer orası değil.. Ülkeyi yönetebilecek tek adam O değil..
İçinde bulunduğumuz koşulların ve çevrenin tek şansımız olduğunu düşünmek kendimize yaptığımız en büyük ihanetse bile; katilimizden, sonsuz olasılıklara ve bolluk bilincine giden özgür ve aydınlık yol, basit bir ayna edinip şu sorunun cevabını "dürüstçe" kendimize vermekten geçiyordur belki de;
Şu anda karşıma "dile benden ne dilersen cini" çıksa yine o işi, yine o adamı/kadını, yine orayı mı seçerim?
Sevgi ve Farkındalık’la..
Özge

No comments:

Post a Comment