Tüm yaradılışta muhteşem bir denge ve mükemmellik vardır. Sen, tam da sen olduğun için yaratıldın. Dünyanın senin olduğun kişiye ihtiyacı var, olmak zorunda olduğun kişiye değil.. Dünyayı kendin olma ihtişamından mahrum bırakma! Kendin Ol. Dünyayı Değiştir. Sevgiler Özge
Niyetinle eylemin tutarlı değilse mutlu olamazsın. Çünkü niyetin ne kadar iyi olursa olsun, hayattan aldıkların niyetinin değil sadece eylemlerinin sonucudur. Mikro düzeyde; sen kendinle ve diğer herşeyle savaşırken tüm dünyada barış olmasını beklemek, makro düzeyde; barış için atılan bombalara dönüşüyor çünkü.. Dünyada görmek istediğin değişimin kendisi ol. Barış için önce kendinle, sonra en yakınlarınla, sonra tüm dünya ile barış. Hayatında barış ve huzurun kendisi ol. Sevgiler Özge
"Yeni hikaye: Usta olmak, herşeyin üstesinden gelme potansiyeline sahipsiniz. Çünkü eğer algılarınızı değiştirirseniz, inancınızı da değiştirirsiniz ki buna bağlı genetiğinizi de değiştirebilirsiniz."
Bunları söyleyen bir bilim insanı (Biyolog) ve çok satan kitapların yazarı Bruce Lipton. (www.brucelipton.com)
Bilimin 27 Nisan 2015'de Nature Neuroscience'da yayınladığı bulgu da aynı şeyi söylüyor: "DNA'nızın stabil olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Nöronlar, çevreye uyum sağlamak için sürekli olarak DNA'yı yeniden yazmaktadır."
Tüm bunlar, istediğimiz herşeyi yaratma ve istemediğimiz herşeyi de değiştirme gücünün bizde olduğunu söylüyor. İnancını değiştir, gerçeğin değişsin. Efendi Sen'sin! Sevgiler Özge
7 milyar insan varken bir de SEN'in neden yaratıldığını hiç düşündün mü? Sen olmasan da dünya dönmeye, diğerleri yaşamaya devam edecekti. Peki öyleyse neden yaratıldın? Senin sandığından daha büyük bir sebebi olmasaydı hayatının, yaratılır mıydın? Ve neden 7 milyar insanın yaşadığı bir gezegene gönderildin? Eğer hepimiz için bir anlamın olmasaydı, gönderilir miydin? Sen olmasaydın, bu dünya eksik olacaktı çünkü. Daha büyük ve insanca bir sebebi var hayatının. Bulursan.. Bilirsen.. Peşinden gidersen.. Sevgi ve Farkındalık'la Özge
Son zamanlarda beni bu denli derinden etkileyen bir parça olmamıştı. Tekrar tekrar..her dinlediğimde içimde başka başka yerlere dokunan.. her seferinde farklı bir hissin notasını çalan.. herşeyin O'nun sureti olduğunu.. gerçek aidiyetin yalnızca özüne.. özününse AŞK olduğunu hatırlatan..
Müzik, hiç tanımadığın insanların, sana seni çalması bazen..
Herkesin aynı şeyi düşünüyor ve yapıyor olması o şeyin doğru olduğunun kanıtı değildir. Beni mutlu etmeyen toplumsal bir doğrunun benim gözümde zerre kadar değeri yoktur. Ben, toplumun onayını almak için değil.. Ben mutlu olmak için yaşıyorum.
Kadınlığı, evin tertibini, düzenini sağlamaktan ibaret sanan ve buna inandırılmış.. Anne olmasaymış adeta bir hiç olacakmış gibi hisseden, hissettirilen.. Ve anneliğin bir seçim olduğunu idrak edememiş ve toplumsal olarak da bunu idrak etmesine izin verilmemiş tüm kadınlar için.. Ve kadınların yol arkadaşı olan tüm erkekler için.. Cumhuriyet Gazetesi yazarı Mine Söğüt'ün hislerime tercüman olan yazısı :
En sevdiğim kadınlar günü sloganıdır:
“Bırak evi bok götürsün!” Çünkü bu lanet düzen, ancak itaatsizlikle değişir.
Eğer bir şeylerin gerçekten artık daha farklı olmasını istiyorsak, işe bize biçilmiş temel rolleri yeniden sorgulayarak başlamalıyız.
Feodal aile hapishanelerinde tehditlerle, dayaklarla varlığını sürdüren ya da sakat kalan, deliren, öldürülen kadınların kaderinin değişmesi gibi bir idealimiz varsa; bunu isteme gücünü kendimizde hissediyorsak...Önce kendi kaderimize ve direncimize bir otopsi yapmalıyız.
Kadına yönelik toplumsal tehditlerden nispeten uzak yaşayan ve kendi hayatını özgür iradesiyle sürdürme şansına sahip olan kadının bile en büyük zaafı, bir yandan erkeğe yüklenen efendi rolüne meydan okurken; diğer yandan üzerine yapışan köle etiketini bir rozet gibi taşıma ısrarıdır.
Ütüsünü yapıp tozunu almadan, dolapların içini düzeltip camları silmeden rahat edemeyen kadınlar... Evi temiz tutmayı bir numaralı vazifesi belleyen ve içerisi ne kadar temizse dışarısı da bir o kadar kirlidir sanan kadınlar... Var oluş nedenini, yataktaki ya da sokaktaki zaferleriyle değil, sadece mutfaktaki zaferleriyle tanımlayan kadınlar...Doğurmazsa varlığının bir anlamı olmayacağına ikna olan kadınlar... Ne kendi kaderlerini değiştirebilirler ne de bir başkasınınkini.
Toplumun kadınları annelik hapishanesine tıkmaktaki ısrarı boşuna değildir. İsteklerinin ve heveslerinin cazibesine kapılıp dünyayı bir anda tersine döndürebilecek potansiyeli rahminde taşıyan kadına kurulan en sağlam tuzak, anneliktir. Kadınlar asırlardır kutsal annelik masalıyla uyutulurlar. Hatta komaya sokulurlar. Toplum, kadını kolektif bir hipnoz marifetiyle hayatın gerçeklerinden ustalıkla koparıp kalın bir zincirle rahminden ve kalbinden annelik hülyalarına sıkı sıkı bağlar. Onun aslında bir erkeğinki kadar uçarı olan varlığı üzerinde mutlak bir hâkimiyet kurmayı başarır. Ahlak tanımlayıcı irili ufaklı iktidarlar tarafından, doğurmamak gibi bir seçeneği olmadığına ikna edilen kadın, en son çare olarak doğurmazsa pişman olacağı tehdidiyle terbiyelenir. Bundan sonra artık onu anne olmanın müthiş hazzıyla, anne olmamanın müthiş hazzının eşdeğer olduğuna kolay kolay inandıramazsınız. Bir tercih hakkı olduğu gerçeği, kulağına küfür gibi gelir.
Çarşafların asla ütüsüz serilemeyeceği bilgisiyle erken yaşta deforme olan o zihin, anneliğin getirileri ve götürüleri üzerine mantıklı bir muhakeme yapmaktan kadim bir telaşla daha en başta men edilmiştir. Doğurmazsa çıldıracağını sanır da; doğurursa çıldırabileceğini aklına getirmekten utanır. Sırf bu utanç yüzünden, fazla düşünmeden...Çocuklarını öldüren ya da terk eden, onları bir türlü sevemeyen annelerle dolu bir dünyada kendi riskli yerini alır.
O yüzden önce bir bırakın, evi bok götürsün. Sonra isterseniz, gerçekten isterseniz, her şeyi ama her şeyi gönlünüzce temizlersiniz. 10.03.2015
Bu yazı aslında kadınlara yazıldı. Benzer düşünen erkekler olmadığı için değil, sadece böyle düşünen kadınların oranı erkeklere göre daha fazla olduğu için..
Yaptığım iş sebebiyle farklı yaşlardan, farklı kültürlerden, farklı eğitim seviyelerinden çok sayıda insanla çalışıyorum. İşim; algısı, inançları, bilinci, bilinçaltı, hisleri, herşeyiyle ve tamamen insanın kendisiyle.. Uzun zamandır, artık istatistiki bir bilgi olarak değerlendirebileceğim kadar elimde veri olan, toplumsal mutluluğumuz ve gelecek nesiller için beni endişelendiren bir konu var ki paylaşmak istedim.
Henüz kerametini çözemediğim bir yaş olan "27 yaşına gelmiş ve bu yaşı geçmiş" her 10 kadından 11’i evlenmek istiyor. (İstisnalar kaideyi bozmaz, gerçek verilerle konuşuyorum;)
Bunda yanlış bir şey olduğu için söylemiyorum, tabii ki herkes herşeyi isteyebilir. Buradaki problem “Neden evlenmek istiyorsun?” sorusuna verilen cevaplarda. Popüler cevapların arasında şunlar var:
“Ailem çok baskı yapıyor, evde kaldın muhabbetleri dönüyor”
“Anne olmak istiyorum”
“Bütün arkadaşlarım evlendi”
“Yaşım geçiyor”
Tam “Allah bir yastıkta kocatsın o zaman” diyeceğim, haliyle bir gülme geliyor :))
Herkes evliliği amaç edinmiş, fakat AŞKtan bahseden yok. İkisi arasındaki bağlantının kurulamamış olmasından dolayı “Peki ya Aşk?” diye sorunca “Aa tabi o da olsun” diyenler çıkıyor, sanki kuruyemişçiden karışık çerez almaya gelmiş gibi.
Yola evlenmek için çıkıyorsanız, tek amacınız evlenmekse elbet evlenirsiniz. Aile baskısından kurtulmak için ilk bulduğunuz adamla pazardan karpuz seçer gibi evlenirseniz, inanın bana, hayalini kurduğunuz gibi bir evlilik olmayacak o. Çünkü nasıl bir evlilik istediğiniz ile ilgili de yeterince veri topladım, o yüzden hayalinizdeki gibi olmayacağını biliyorum :) Kadınlar olarak hormonlarımızın kimi zaman çok gevezelik ettiği doğrudur, fakat bir kadın sadece hormon demek değildir. Eğer sadece anne olmak için evlenmek isityorsanız, kusura bakmayın ama kendinize bir hayat arkadaşı değil bir damızlık arıyorsunuz demektir, sonra da “Bu adam hiç romantik değil, ruh ikizim değil ruh öküzümmüş meğerse” diye ağlamayın.
“Hem, babasına aşık olmadığınız bir çocuğa ne verebilirsiniz ki?”
Aşk; Öz’den, yaradılıştan, ruhtan gelir.. Evlilik ise toplumsal bir üründür, yaradılıştan gelmez, çeşitli sebeplerden sonradan uydurulmuştur. Bugün tanıştığınız bir insanla bile yarın evlenmeye karar verebilirsiniz, fakat o insana yarın aşık olmaya karar veremezsiniz. Çünkü karar vererek aşık olunmaz, fakat evlilik bir karardır ve kararlar, bir takım hesaplar sonucunda oluşan zihinsel çıktılardır. Mantık evliliği yapabilirsiniz, fakat mantık aşkı diye bir şey yoktur, zaten aşkta mantık da yoktur :)
Bu yüzden Aşk, GERÇEKTİR. Yaradılıştaki en gerçek, en karşı konulamaz, en hesapsız ve en güzel şeydir.
Evlilik kelimesi “Bir ömür, bir insanla, bir hayatı paylaşmak, ikiden bir yapmak” ın kısaltılmış hali değil mi? Aşkın olmadığı yerde ikiden BİR olur mu?
Bir adamın karısı olmak çok kolaydır. Sadece iki şahitle herhangi bir adamın karısı olabilirsiniz. Fakat bir adamın “Hayatının Kadını” olmak başka bir şeydir.
Herhangi bir adamı (evliliği) değil, hayatının kadını olacağınız O adamı (aşkı) arayın.
Çünkü evlilikten aşka bir yol yok.. Aşkın ise her güzelliğe, her denize, her ışığa bir yolu var.
Kanadalı bir anne ve Güney Afrikalı bir babanın oğlu olarak 28 Haziran 1971’de Güney Afrika’da doğan, 10 yaşındayken kodlamayı (coding) öğrenen, 12 yaşındayken kendi yazdığı Blastar adındaki uzay oyununu yaklaşık 500 dolara satarak ilk yazılım satışını yapan, Tesla Motors ve PayPal’ın kurucu ortağı, ve şu anda geleceğin yeni ulaşım aracı üzerinde çalışan bir mucit, girişimci, iş adamı..
Elon Musk’ın projesi dünyaya 5. ulaşım şeklini sunuyor : Hyperloop
Okuyunca beni çok heyecanlandırdı. Hyperloop, yıllardır ağzımız açık izlediğimiz bilim kurgu filmlerindeki gibi :)
Ayrıntılarıysa şöyle :
Los Angeles ile San Francisco arasında işlemesi öngörülen Hyperloop, gerçekleşecek olursa, Kaliforniya eyaletinin birbirlerinden 610 km. mesafedeki iki kenti arasındaki yolculuk 30 dakika kadar sürecek. Elon; güneş enerjisiyle işleyecek olan bu sistem ile; upuzun bir tüpün içinde, yastık işlevi görecek hava tabakası üzerinde, saatte 1220 km. hızla yol alabilecek kapsüllerle ulaşımı planlıyor.
Elon Musk, kısa mesafelerde Hyperloop sisteminin uçaktan daha hızlı olacağını, zira uçağın yükselmesi ve alçalması sırasında kaybedilen zamanın kazanılacağını vurguluyor.
Hyperloop hattının depremlere dayanıklı şekilde tasarlanabileceğini de vurgulayan Elon Musk’a göre böyle bir yolculuğun maliyeti bugünün fiyatlarıyla yalnızca 20 dolar olacak.
Böyle farklı kafalara hayranlık duymamak elde değil, hem kendilerini mutlu ediyorlar hem de dünyaya hizmet edip dünyayı değiştiriyorlar.
Aklıma Henry Ford’un farklı düşünmeye, yeniliğe, değişime, toplumun senden beklediğini vermeye değil inandığın ve hayal ettiğin şeyin peşinden gitme cesaretine, ezberci değil yaratıcı olmaya yönelik bakış açısını muhteşem yansıtan o ünlü sözünü getirdi:
“Müşterilere ne istediklerini sorsaydım, “Daha hızlı bir at!” derlerdi.
Sınavlarda hocaya sorardık ya okuldayken "Hocam gidiş yoluna puan veriyor musunuz?" diye.. Çünkü yarım sayfa işlem yaparsın son işlemde yaptığın bir hatayla cevabı yanlış bulursun, hoca da sadece cevaba bakıyorsa yandın! Otur sıfır :)) Hayat denen hikayede ise hep gidiş yolundan puan alıyoruz ;) Çünkü vardığımız bir yer değil, o gidiş yolunun kendisi hayat ;) Ve sonunda nerede doğduğumuz, nereden mezun olduğumuz, kartvizitimizde ne yazdığı ya da bankada ne kadar paramız olduğu sorularının cevabı önemli olmayacak. Hikayenin sonunda cevabı önemli olacak tek bir soru var belki de: "Yolculuk nasıl geçti?" Sevgiler Özge
David Garrett.. 1980 Almanya doğumlu.. Bir Alman-Amerikan ortak yapımı :) Dünyanın en yetenekli keman virtüözü olarak gösteriliyor. Bir kez izledikten sonra, zaten yetenekli olduğu konusunda şüphe edemezsiniz. Benim bu adamı yazma sebebim sadece yetenekli olması değil. Aynı işi yaptığı sayısız insandan farklı düşünüyor, farklı yapıyor olması.
Düşünün ki; çocukluğundan beri keman eğitimi almış, bildiği ve yaptığı tek şey keman çalmak olan bir adam var. Muhtemelen pek çok keman virtüözünün hikayesi böyledir. Fakat David Garret'ı diğerlerinden ayıran bir şey var. Onun kendi orkestrası, marka haline gelmiş bir ismi ve kendi yarattığı konseptiyle dünya çapında turneleri var. Konser verdiği her yerde biletler aylar öncesinden tükeniyor. Ben kendisini hem Tel Aviv'deki hem de Frankfurt'taki konserlerinde canlı izledim. Frankfurt'taki konserini en önden izleyebilmek için 1 yıl öncesinden biletleri almamıza rağmen 12. sıradan yer bulabildik ve konserin yapıldığı Festhalle'de o gün bir tek boş koltuk yoktu.
Sahneye inanılmaz yakışıyor olmasına, kemanı çalıyor gibi değil de sanki kemanın kendisi oluyormuşçasına-yaptığı şeye olan aidiyetine ve ortaya çıkardığı muhteşem performanslara baktığınızda kesinlikle bunun için doğmuş diyorsunuz. Bu adam dünyaya keman çalmak için gelmiş!
Peki bu adam neyi farklı yapmış da böylesine dünya çapında bir üne kavuşmuş, marka olmuş, ve değeri 5 milyon Euro olan bir Stradivarius keman kullanabilecek zenginliğe ulaşmış?
Bu adamı üne kavuşturan şey, efsane olmuş şarkılara yaptığı cover'lar! Nirvana, Coldplay, Michael Jackson, Metallica, Queen gibi performerların şarkılarını kemanıyla yeniden yorumluyor. Küçük yaşlardan beri klasik müzik eğitimi alan, bütün hayatı Beethoven, Bach, Vivaldi çalmakla geçen bir adamdan bahsediyoruz. Yani şu an geldiği noktaya bakılınca gerçekten farklı düşünen, farklı yapan, ve en önemlisi olana bakıp "neden" diye soran değil olmayanı görüp "neden olmasın" diyen bir adamdan bahsediyoruz. Bu alanda dünyayı değiştiren bir adamdan bahsediyoruz.
Hepimizin yaradılışının bir amacı olduğuna inanıyorum. Hepimizin dünyayı değiştirebilecek potansiyele sahip olduğuna inanıyorum. Hepimizin içinde hepimize özel fabrika çıkış ayarları olduğuna inanıyorum. Ve hepimizin bu dünyaya verecek bir mesajı olduğuna inanıyorum.
Bu dünyaya vereceğimiz mesaj, aslında hayatımızın ta kendisidir. Kendi hayatının, dünyaya verilecek tek mesaj olduğunun farkında olan insanlar çoğaldıkça dünya daha mutlu bir yer haline gelir, kaçınılmazdır bu. Çünkü bu bilince ulaşmış insanlar; ait oldukları şeylerin, tutkularının, yüreklerinin peşinden tam bir inançla giderler. Yaptıkları şeye duydukları inanç bir adanmışlık yaratır. Adanmışlıkta ucuz hesaplar, güncel kaygılar olmaz. Yaptıkları şeyde daima kendi hislerini referans alırlar, toplumsal normları değil.. İnandıkları için yaparlar, yaptıkça mutlu olurlar. Ancak mutlu bir insan topluma katma değer yaratabilir ve bunu gördükçe daha çok mutlu olurlar. Mutlu bir zihin hali, yaratıcılığı destekler, farklı bakış açılarını, yapılan şey her ne ise onu daha iyi daha güzel yapma yollarını keşfetmeyi sağlar. Fark yaratan, farklı yapılan her şey bu dünyayı tatlandırır, güzelleştirir. Ve dünya; bunun geri ödemesini muhakkak yapar! Tutkuyla, inançla, yürekten yapılan her şey beraberinde başarıyı, parayı ve manevi tatmini getirir. Uzak ve yakın tarihe bir bakın, dünyaya iz bırakanlar ve dünyayı değiştirenler; hep inandıklarının peşinden tutkuyla giden hayalperestlerdir! Hiç biri yola, şöhret ve para amacıyla çıkmamıştır. Ve fakat gittikleri yol, onları şöhrete ve/veya paraya çıkarmıştır.
David, ait olduğu şeyi tutkuyla yaptığı için fark yarattı ve bu dünyaya şimdiden iz bıraktı. David, bunu yapmayıp herhangi virtüözden biri olsaydı, yine de dünya dönmeye, biz de nefes almaya devam ederdik. Fakat izleyince, "İyiki yapmış, ne de güzel yapmış, dünya böyle daha güzel olmuş" dedirtmiyor mu size de ;))
Nirvana efsanesi Smells Like Teen Spirit'in David Garrett haliyle.. İyilikle, güzellikle, sevgiyle..
Bu videonun beni etkilemesinin ilk sebebi; çünkü hastasıyım pozitif yaratıcılığın ;)) Diğer ve en önemli sebebine gelince; çünkü benim dinim SEVGİ'dir :))
Toplumsal olarak SEVGİ tanımımızda, sevginin ne olduğu ve ne olmadığı konusunda, sevgiyi ifade etme şeklimizde, sevgiye bakış açımızda çok ciddi arızalar varken, fabrika çıkış ayarlarımıza dönmemize yani SEVGİnin tek gerçek ve tek dönüştürücü ve EN BÜYÜK güç olduğu bilgisini tekrar hatırlamamıza yardımcı olan, böylesine güzel ve yaratıcı eylemler beni inanılmaz mutlu ediyor :)) Çünkü başka bir dünya, çünkü daha güzel bir dünya MÜMKÜN!! Ve bu ancak içimizde zaten varolan sevgiyi daha çok ortaya çıkararak, daha çok ifade ederek, daha çok hissederek mümkün!
Çocuğundan "şımarmasın" diye sevgisini esirgeyen anne ve babaların, dede ve ninelerin yetiştirdiği bir neslin çocukları olarak, DNA'larımızdaki bu yanlış kodlamayı kırmak, düzeltmek üzere adım atma cesareti göstererek değiştireceğiz bu dünyayı. İsyan ettiğimiz, bizi acıtan, yaralayan ve görmek istemediğimiz toplumsal şiddeti, yine şiddet ve öfke içeren söylemlerle-eylemlerle değil, ancak sevgiyle dönüştürebileceğimizi idrak ederek değiştireceğiz bu dünyayı. Farklı düşünerek, farklı bir şey YAPARAK, ezberlerimizi bozmayı göze alarak değiştireceğiz bu dünyayı. Daha çok "Seni Seviyorum" diyerek değiştireceğiz bu dünyayı. Daha çok dinleyerek, daha çok saygı duyarak, daha çok sarılarak değiştireceğiz bu dünyayı. BENİM HALA UMUDUM VAR :)))
Çünkü SEN hayata ne verirsen, hayat sana onu verir. Şiddet şiddeti, öfke öfkeyi, iyilik iyiliği, sevgi sevgiyi büyütür. Evet geceden sabaha toplumsal bir değişim mümkün değil.. Fakat bir yerden başlamazsak hiç mümkün değil.. Ve değişime kendinden başlamayanlar, şikayet etmeyi bir yaşam tarzı haline getirmiş kendini ve çevresini mutsuz etme üstatları olarak, kendine ve topluma hiç bir katma değer yaratamadan-kendi yaradılışlarına yapabilecekleri en büyük ihaneti yaparak-son nefeslerini vereceklerdir.
Gandhi'nin de dediği gibi "Hayatta görmek istediğiniz değişimin KENDİSİ olunuz."
Daha iyi, daha sevgi dolu, daha güzel bir dünya için SEVMEYE cesaretin var mı?
11 yaşındaydım İnce Memed'i okuduğumda. Hayatımda okuduğum ilk kitap değildi, hayatımda okuduğum ilk romandı. O yüzden yeri ayrıdır bende. O küçücük yaşımda, o küçücük aklımla hatırlıyorum da, kendimi kocaman hissetmiştim o romanla.. 11 yaşında büyüdüm ben. İnce Memed'le..
Ve şimdi 32'den biraz fazla 33'ten biraz eksik yaşımla, sığdıramam ki O'nu birkaç satıra.. Oysa O, beni ve daha birçoğumuzu anlatabilmişti birkaç satırla;
Anlıyorum deme bana
Anlayabilir misin hissettiklerimi
Bakabilir misin hayata benim gözlerimden
Sığdırabilir misin OTUZİKİ seneyi BEŞ dakikaya
Çözebilir misin beynimin gizemini
Silebilir misin unutmak istediklerimi
Senin için yanlış olan değer yargılarımı
Değiştirebilir misin anlayacağın şekilde
Bir gülüşün kıymetini bilebilir misin
Sevgilimin dudaklarındaki
Ruhumda kopan fırtınaları
Canlandırabilir misin hayalinde
Yaşayabilir misin aynı acı ve üzüntülerimi
Delice düşlerimi sorgulayabilir misin içinde
Boşuna anlıyorum deme bana
İçiçe yaşadığım bunca seneye rağmen
Kendimi ben bile anlayamadım daha
Bu adam hepimizin yaşadığı hayata dair herşeyi o kadar yalın ve bir o kadar da etkileyici anlatmış ki, TED konuşmaları hakkındaki genellememden bağımsız olarak "Muhteşem!" diyorum.
Bu aralar aklımda sürekli Osho'nun "Hayat küçük şeylerden oluşur, sen seversen BÜYÜK olurlar" sözü dönüp duruyordu. E o zaman izlemediğim onca TED konuşması arasından bugün gidip bunu seçmiş olmam tabii ki tesadüf değil :)) Tam olarak "Bilinçaltınızı Nasıl Eğitirsiniz?" örneğidir ;))
Bu videoyu izledikten sonra muhtemelen bunlardan birini düşünüyor
olacaksınız;
·“Yetişin özgür irademi
çaldılar!! Hükümsüzdür!”
·“Herşey kader kısmet..”
·“Seni yenicem bilinçaltı! Hadi
bakalım sen mi büyüksün ben mi büyüğüm?”
·“Bak görüyo musun şunun yaptığını?
Hep mi gider gider yanlışı seçer? Yazık bana ama..”
·“Ben düz adamım anlamam
altından üstünden!”
·“Haberim yokmuş gibi seç pampa ;)”
·“İşte bunlar hep matrix..”
Ve bunlar gibi alt metninde; kendine acımak, sorumluluğu üstünden
atmak, işi dalgaya almak, kaçmak, kendinle şuursuz bir meydan muharebesine
girmek, gerçeği yok sayarak konfor alanında yan gelip yatmaya devam etmek olan
davranış modelleri, hayatımızda hoşnut olmadığımız şeyleri değiştirmek
istediğimizde bize HİZMET ETMEYECEKTİR.
İyi haberse, hayatımızda hoşnut olmadığımız şeyleri, bu deneyde
özgür irademiz yok gibi gözükse de GERÇEKTEN değiştirebildiğimizdir :)) Yani
PANİK YOK!
Öncelikle araştırma sonucundaki en can alıcı kısma bakalım:
“Görünüşe göre, kararlarını şekillendiren yoğun bir bilinçaltı beyin aktivitesi
var ve bilinç, karar vermede çok sonraki bir aşamada devreye giriyor.”
Yani diyor ki; “Ey insan evladının hası, sen kendini aysbergin
görünen kısmı zannederken, bir sen var senden içeri , O da aysbergin görünmeyen
kısmı..” Tam da şöyle çizmiş Freud amca bunu:
Bilincimiz; analiz yapan, akıl yürüten, kritik eden, tümevarımlı çalışan
ve herşeyin kendi kontrolünde olduğunu ZANNEDEN, zihnimizin küçük bir
bölümüyken; Bilinçaltımız; hiç uyumayan, inançları, alışkanlıkları, korkuları,
duyguları depolayan, genellikle sembollerle çalışan, tümdengelimli davranan,
zihnimizin büyük bölümü yani EFENDİSİDİR. Amerikalı ünlü bilim insanı, biyolog ve
yazar Dr. Bruce Lipton’ın: “Bilinçli zihnimiz saniyede 40 bitlik veriyi
işleyebiliyorken bilinçaltımız saniyede 40 MİLYON bitlik veriyi işlemektedir.”
bulgusu da bilinçaltımızın bu efendiliğini bence ispat etmeye yetiyor :))
(www.brucelipton.com)
Bilimsel araştırmalar günlük hayatımızda en basitinden en karmaşığa
kadar olan verdiğimiz tüm kararların %88’inin (bunu %95-99 aralığında açıklayan
bilim insanları da var!) bilinçaltı tarafından verildiğini söylüyor. Burada
ister istemez insan biraz paniğe kapılıyor. Çünkü bilinçaltımız tam bir
karakutu.. İçinde ne var bilmiyoruz ve doğal olarak bilmediğimiz herşey, her
daim güvenlik arayışında olan masum insan yavrusunu korkutmak için fazlasıyla
yeterli..
Çözüme geçmeden önce gelin bilinçaltının çalışma prensiplerine
yakından bakalım. Bilinçaltımız tamamen
bizi korumaya ve güvende tutmaya çalışan, güvenli olarak bellediği bir doğruyu
seni üzüp üzmediğine hiç bakmadan sıkı sıkıya savunan ve doğru bildiği şeyleri
yaşamakta direten bir mekanizmaya sahiptir. Bu mekanizma da “Herkes kendi
inandıklarının gerçeğini yaşar” prensibine göre; bize doğru bellediğimiz
inançlarımız doğrultusunda deneyimler yaşatacak kişi, kurum ve olayları
başımıza toplar. Yani “Hep mi beni bulur arkadaş!?” diye her yakındığımızda,
EFENDİMİZ’in bilinçaltımız olduğunu kendi kendimize ispat etmiş oluruz.
Bilinçaltımız, inançlarımızı ve bu inançlara etiketlediğimiz hisleri,
hayatımız boyunca kişiler ve ortamlar değişmesine ragmen, bize tekrar tekrar
yaşatmakla yükümlüdür. Hoşlanmadığımız durumlarla karşılaştığımızda bile bundan
yakınmanın bir anlamı yok, zira adamın işi bu :))
“Peki bu inançlar nasıl, nerden gelir de oraya yerleşir?”
”Madem bilinçaltım benim güvenliğimi, iyiliğimi istiyor da ben neden
istemediğim şeyler yaşamak zorunda kalıyorum?”
“Özgür iradem değil de seçimi O yapıyorsa neden hep beni mutlu
edecek seçimleri yapmıyor?” diye de sormadan edemiyoruz değil mi?
Bilim yine ispat etmiştir ki; atalarımızın anıları ve inançları
DNA’larımız vasıtasıyla bize aktarılmaktadır. Yani daha doğduğumuz andan
itibaren genetiğimizde bir takım inançlarımız paket olarak zaten var. Mesela bu
paket bilgi olmasaydı, doğar doğmaz annemizin memesini bulamaz, emmeyi
bilemezdik. Burada görüldüğü üzere, hayatta kalmaya programlanmış ve tamamen
güvende olmaya yönelik bir bilgi aktarımı söz konusu.. İnançlarımızın bir kısmı
bu şekilde GENETİK olarak geliyor.
Bir kısmı çocukluk dönemimizin en erken zamanlarında oluşuyor.
Örneğin; çocukluğunda mesafeli ebeveynlere sahip ve sevildiğini hissedememiş
–ana babası tarafından sevilmemiş demiyorum, altını çizdiğim yer sevildiğini hissedememiş-
bir çocuk, düşüp canını acıttığında o esnada ana babası tarafından
kucaklanır ve İLK KEZ şefkat gördüğünü hissederse; SEVGİ hissini ACI dolu bu deneyimi
ile etiketleyebilir. Sevilmek için acı çekmeye ihtiyacı olduğu kararını
alabilir. Ana babasının kollarında olmak GÜVENDE olmak olduğundan aynı zamanda
hayatı boyunca kendini "acı çektiği müddetçe güvende hissetmesi" de muhtemeldir.
Hayatta aldığımız tüm kararlar öz-değerliliğimizi hissetmeye yani
sevildiğimizi, değerli olduğumuzu, güvende olduğumuzu, onaylandığımızı görmeye
yöneliktir. Dolayısıyla SEVİLME hissini yaşamak için bilinçaltımız acı çekmeyi
göze almaktadır. Bu kararı henüz kısa pantolonla gezen bir çocuk olarak şuursuzca aldığımızdan, yetişkin olduğumuzda hemen hemen tüm ikili ilişkilerimizi mutsuz,
doyumsuz, hayalkırıklığı ve acı dolu olarak deneyimleriz. Çünkü “Acı çekersem
sevilirim. Acı çekersem güvende olurum.” Inançları gerçeğe dönüşmüştür.
Bilinçaltımız aynı zamanda kollektif bilinçaltından da etkilenir.
Yani yaşadığımız toplum, gelenek-göreneklerimiz, kitlesel inançlarımız
bilinçaltımızı etkiler. Kimi inançlarımız da bu şekilde bilinçaltımızda yerini
alır.
Bilinçaltımızda milyarlarca inancımız vardır. Ve bu inançlarımız dış
dünyamızın realitesini oluşturur. Dışarda değişmesini istediğimiz her şey için
önce içerdeki programları değiştirmek, bize artık hizmet etmeyenlerin yerine
hizmet eden yeni yazılımlar yüklemek gerekir. Şikayet ettiğimiz her nokta, bize
mutlaka içerde değişmesi gereken birşeyler olduğunu fısıldar. Birşeyleri
değiştirebilmek için de önce bir arıza olduğunu görüp farketmek ve KABUL ETMEK
gerekir. İşte yaralı insan yavrusunun en zor deneyimidir bu; kendisiyle
yüzleşmek.. Çünkü tam orada yaranın üstüne tuz basmış gibi canı daha da yanar.
Buradan sonra CESARET gelir. Son kez yarayı kanırtmak pahasına onu sonsuza
kadar uğurlamayı seçme cesareti.. Değişme cesareti..
Vee burdan sonra değişimin en kolay ve hızlı yolu THETA HEALING
devreye girer. Bize hizmet etmeyen inançlarımızı ve hislerimizi ANINDA
değiştiren, ve yerine bize hizmet eden inanç ve hisleri programlayan bu teknik ile
içerde yaptığımız değişimin, dünyadaki gerçekliğimize yansımasına tanıklık
ederiz. “Acı çekmeye gerek ve ihtiyaç duymadan, OLduğumuz gibi OLduğumuz her
halimizle SEVİLMEYİ hakettiğimizi, doğum hakkıyla SEVİLMEYE layık olduğumuzu”
Theta Healing ile öğrenmek ve hissetmek yalnızca bir kaç saniyedir.
Theta Healing bu değişimi en hızlı ve en güvenli şekilde yapar,
fakat asıl önemli olan SENin bunca yıldır adeta kuş tüyünden bir yatağa dönmüş
o çok güvenli ve fakat hoşnut olmadığın konfor alanını bırakıphep hayalini kurduğun “YENİ DÜNYAN”ın
kapısını açmak için bu anahtarı kullanıp kullanmayacağındır!
Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor. Neyi özlediğini, kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın
hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum.
Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor. Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum.
Ay' ın etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor. Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerine açılıp açılmadığın, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum.
Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek istiyorum.
Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum.
Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor. Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum.
Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum. Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum. Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını; Bir gölün kenarında durup gümüş Ay'a "EVET!" diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum.
Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğun beni ilgilendirmiyor. Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan, çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum.
Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor. Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum.
Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor. Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum.
Kendinle yalnız kalıp kalamadığını, ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum.
Kendine acımak bir lüks değildir.
Değerlendirmek için verilmiş bir hayatı, geçmişe duyduğumuz kızgınlık ile çöpe atmaktır!
Acıların destanını yazmak yerine,
Hayatı ile ilgili olumlu bir gayret içinde olan bir insanı,
Hiç acı görmemiş sanmayın!
Ve O kişiyi olumsuz yüklemeler ile aşağı çekmeye,
O'na hayatın gerçeklerini hatırlatmaya çalışmayın :)
O, gerçeği en az sizin kadar yaşamış ve payına düşen dersi almıştır.
Hala gülen ve umut eden birini görüyorsanız, bilin ki;
O kişi ACI dolu deneyimlerin içinden geçip,
Kendine aydınlık bir yol bulmaya karar vermiş,
Yürekli bir YOLCU'dur.